Yazarların yabancılaraaaa

Yazarların yabancılaraaaa

Yabancıların bilinmeyen adresleri vardır, bu nedenle bir yazar hayatı boyunca bilinmeyen adreslere
sayısız mektup gönderecektir. Bu mektupların kaderi farklıdır. Çoğu, uzun karanlığa atılır veya
kütüphanenin tozlu köşelerine konulur. Sadece birkaç mektup, hayvanları koruma örgütlerini bulmuş
başıboş kediler gibidir ve mum gibidir. El fenerleri ve gazyağı lambaları Tüm şehirde elektrik kesintisi
yaşandığında, Cinderella'nın prensle tanışması gibidir ve mükemmel alıcıyı bulurlar.
Bir yabancı, başka bir yabancıdan gelen mektubu açar, mektubu merakla okur ve o andan itibaren
yazarın adını hatırlar. Bu aslında yazar ile okurunun buluştuğu unutulmaz bir andır.
Tanıştıkları için o mektuplar konuşulabilir, o edebiyatlar konuşulmaya değerdir ve yazarların sözde
toplumsal rolleri vardır.
Her okuyucu yazarla gizlice bir sözleşme yapmıştır. Yazar bu sözleşmeyi hiç görmemiştir ama onun var
olduğunu her zaman bilir.
Okuyucular ve yazarlar ortak bir dünyayla karşı karşıyadır. Yazarın kendine özgü ve derin bir vizyona
sahip olmasını ve dünyanın derinlerindeki sorunları görmesini isteme hakları vardır. Yazarın teşhisini
sessizce bekliyorlar ama rasyonel bir yazar; bunu her zaman yüreğinde biliyor. Sıradan insanlardan
daha akıllı olması gerekmiyor ama akıllı bir anlatıcıdır. Yaşamları boyunca anlatıya takıntılıdırlar,
anlatının zaferini özlerler ve anlatının zorluğundan rahatsız olurlar.

İNSANLAR TANINIR, ÇEVRELERİ VARDIR, HER BİR ZİHİNDE FARKLI ANLAMLAR
YÜKLENMİŞTİR ONLARA. VARLIKLARINA YÜKLENEN ANLAMLAR ZAMAN İÇİNDE
SOLUKLAŞIR. ŞANSLI OLANLAR ANILARA DÖNÜŞÜR.  KİMİLERİNİN ADININ
ANIMSANMASINDA GÜÇLÜK ÇEKİLSE DE İYİ ŞEYLERİ ÇAĞRIŞTIRIR BULANIK BELLEKLERE. 
KİMİLERİ ETİKETİ VE KULLANIM KILAVUZUNU KAYBEDİLMİŞ MODASI GEÇMİŞ CİHAZLAR
GİBİ BİR KÖŞEYE SAKLANIR ZİHİNLERDE, BELKİ BİRGÜN İŞE YARAR DİYE.
 
KİMİLERİ İSE HER GÜN KIYIDAN YAVAŞÇA DENİZE BIRAKTIĞI ŞİŞELERİN İÇİNDEKİ
NOTLARLA VARLIKLARI NI SÜRDÜRÜRLER.  NOTLARIN KİME ULAŞTIĞI, KİMİNLE, NEREDE,
NE ZAMAN DÜŞÜNCELERİN BULUŞTUĞU BİLİNMEZ. ŞİŞEDEKİ NOTUN YAZARI, BAZEN UZUN
GEÇMİŞTEN SIZAN BİR IŞIK, BAZEN KARANLIKTA ETRAFINIZDA KIVILCIMLAR SAÇARAK
UÇAN ATEŞ BÖCEĞİ, BAZENDE GELECEĞİN KARMAŞIK GİRİŞİNDE YÖNÜNÜZÜ BULMAYA
REHBERLİK EDEN KUTUP YILDIZIDIR.   AMA HEP VARDIR, İNSANLIĞIN ISSIZ ADASININ
SAKİNİ.  ONU OKYANUSLAR SİZİN İÇİN HEP CANLI TUTACAKTIR.

Bizim yazgı saydığımız, çoğunlukla en değerli yetimizdir. Boşa harcadık hüznümüzü, serüvenin
anlamı nasıl yaşamayı sürdürdüyse ruhumuzda… Sık sık yapar göründüğümüz yanlış, kendimize
acıyabilmekti. Oysa adını koyamadığımız bu utançtan daha erdemli ‘merhamet’ yaratabildik mi?
Hava ne denli kıpırtısız ne denli rüzgârsız olursa, ufkun hiçbir yerinde ışık özlemi kalmaz ne çağrının
ne desteğin sesi duyulmazsa, ölümün yavaşlığında istemi ve zamanı barındıran, ‘yaşamı üretme
bilgeliğini’ satın aldık, gözyaşlarımızın karşılığında…

Artık ilişkilerimin doğasını, boşluğun tatlı rengini aramam gerekmiyor, bundan böyle… Yararsızlık
yok artık, arzu da yok.
Yalnız bir çocuğun ağlayışındaki telaşlı rüzgâr inandırabildi beni bir gün, yaşantımın çoktan
karartılmış olup, yüreğimin gölgeden öte bir şey olmadığına.
Bizden sakınılmış, bütün zamanlarda var olma hazzı, kat kat bilgi ve erdem duvarları örülmüş
hüznün, acının, özlemin bahçelerine, biz artık beklemiyoruz yeni bir mevsimi.
Ben, türümün ‘bellek özürlü’ süyüm. Yazgımın, ruhumdan sıvışıp gitmesine katlanamıyorum.
‘Uygarlığın yasaları’ ile düzenlenen uzamda yer bulamıyorum. Ne yaparsam yapayım,
davranışlarıma ve düşüncelerime ‘törel’ bir karşılık bulmam olanaksız. Boşlukta duruyor edimlerim,
‘insansal’ olmaktan uzak…
Kendine özgü karanlık bir söz dizimine göre izliyor birbirlerini, yapıp etmelerim. Bir ivme ya da bir
güç talepleri yok. Onları belirlen anı yeniden kurmayı deniyorum. Belleğim taç yaprakları veriyor
mevsimsiz. Yanlış yerde, yanlış zamanda duruyorum.
…/…
Varlığımı yoğun gürültüler çevreliyor. Beni sarmalayan yaşamın melodi dizgesini çözemediğim için
olmalı, ‘bilgi’ senfonisini anlayamıyorum. Atmosferin bütün oksijenini içime çekiyorum, beynimin
sinir uçlarını doyurmak, onları uygar ve insansal bir kodla inanç üretmeye zorlamak için.
Kulaklarımı alıştırmam, terbiye etmem gerekiyor bu gürültüye karşı… Oysa ‘mış’ gibi yapabilme
yetilerini de yitirmişler. Schubert dinleyicisi gibi davranamıyorlar.
“Etkileri ve duyguları tanımlamak evreni kapalı gözlerle ellemektir” diyor bir yazar. Oysa gözleri
henüz mitolojik rüya ile örtülü canlılar dünyasındayım. Ama bu örtü (bende olduğu gibi) bir virüsle
dayanıksız hale geldiğinde, kalkacak ve ellemek üzere uzanan el, belki birdenbire ateşe dokunmuş
gibi geri çekilecek. Belki haykıracaklar, tutunamayacak, sendeleyecekler. Her yüzyıl kendi
tragedyasını böyle yaratmadı mı?
Beni bugüne taşıyan dünü yitirdim. Bana ait o amacın belirlendiğini varsaydığım bir dün var mıydı?
Anımsadıklarım benim dünüm mü? Belgeler arıyorum, canlı tanıklar, düne ait notları dikkatle
inceliyorum. Bugüne taşımayı unuttuğum, bu günümü eksik kılan ‘şey’ i arıyorum.
Gölgeler arasından görüntüler beliriyor belleğimde. Bana böyle öğretildiğini anımsıyorum.
Yaşamıma ussal bir anlam verebilmeliydim. Oysa elime geçirdiğim her belge, her tanık dünü
bugünden koparıyor.
‘Dün’ o denli kurgusal, cansız mankenlerin, garip bir sürüngen gibi tek bir yönde ilerleyen zamanın
yer aldığı eskimiş bir anlatı… Yüzleri yandan, gözleri karşıdan bakan eski Asur kabartmaları gibi,
bakmak şimdi bana…
Zamanın elektrikli sandalyede öldürülmesinden çıkar sağlayanlar, ‘dün’ lerin de yerlerinden
koparılıp karmaşaya savrulmasını istemiş olabilirler mi?
Bilirsin; “Hiç uyumamış olanlar, rüyalara duyarsızdırlar.”
…/…
Neşeyle sunulmuştu bana dünyanın kitabı, doğum günü armağanı olduğu söylenmişti iyi yaşama
dilekleriyle, anlayabilmem için var olma nedenimi.

Metni, metin aralarını, benim ve okumaya cesareti olmayan daha acemi ötekiler için
öğrenmeliydim. Öğrendiğim onca şeyin karşılığını ödemeliydim. Görevim buydu. Ama görevimi
tamamlamakta zorlanıyorum. Nedendir bilmiyorum. Rüyalarımı parçalayan, şarkılarımı susturan,
dansımı durduran dondurucu uyumsuzluğun giderek her yanımı çevrelediğini duyumsuyordum.
Neyin kalıntısı bu susku? Tarihin, insanın, özdeğin son yıkılışının mı? Geçmişin kör eden ışığına ne
oldu? Artık sızmıyor bilincime.
Okuyorum yeniden, çözemeden gizyazıyı, kavramadan anlamı ve yapıyı, uzun papirüs… Geçerli tek
şey, insan anlığının türün anlığında, o yırtıcı iç olgunlaşması. Yaşamın, yaşama gönderdiği bir bildiri
yalnızca, o kalıtyazı.
…/…
Kedileşmiş insanla barışık olma yetimi yitirdikçe vahşileşiyorum. Sinsi bir asalaklık ve kayıtsız bir
evcillik içindeler. Toplumsal yaşamın koruyucu sıcaklığında yapay bir ‘insancıllığın’ solgun ışığında
çörekleniveriyorlar ve yarı açık gözleriyle hak ettikleri güzellikleri birbirlerine mırıldanıyorlar. Ama
ben yırtıcılığımı harekete geçiremiyorum. Oysa hiç olmazsa akbaba olmayı başarabilirdim.
‘Kötülük’ düşüncelerimi canlandırmamın nedeni, onu mutsuzluk ve suçluluk kavramlarından
arındırmayışım olmalı.
Artık özgürleşmek istiyorum. Sevme ve düşünmenin etik bir değer olarak, insan yararına bir varoluş
yöntemi olduğunu kabul etmiş olmam, beni giderek ‘yanlış iyi’ ye tutsak etti, ‘iyi’ yaşam karşısında
giderek beceriksizleşmeme neden oldu. ‘Kötü’ nün tutkusunun ayırtına varamayacak kadar ‘iyi’ ile
uyuşturmuştum kendimi. Yararlı olmaya çalıştığım her insanın içinde kötünün büyümesine neden
oldum. Düşüncelerimin ‘iyi’ ye tutsaklığı, iletişim içinde olduğum insanlarda bir savunma biçimi
olarak, tutkulu ‘kötü’ yü geliştirdi. “Haydi, hâlâ ‘iyi’ olmayı denede anlayalım ne kadar ‘iyi’ sin”
tepkisini yaratacak kadar ‘yanlış iyi’ direnişçisiydim.
Oysa edimlerimde, düşüncelerimde, benliğimde, kötüyü deneyimlemeyi, bilinçli bir yönteme
dönüştürmeyi başarabilseydim; düşünme donanımım ‘kötü’ ye karşı daha güçlü ‘iyi’ yi var etmeyi
öğrenebilirdi. Doğru iyinin, ancak kötünün özgürleşmesiyle çıkacak çatışmada geriye kalan ‘iyi’
olduğunu çok geç öğrendim.
Tanıdığım insanlarda savunmasız ‘iyi’ karşısında ‘kötü’ yü kötüyü güçlendirdiğim için kendimi suçlu
buluyorum.
…/…
“Bir rol üstlenmek, rollere göre yaşamak ya da bir rol modeli olarak yaşamaya çalışmak, insanın
kendi yaşamından feragat etmesidir.”
Bilinçli olarak herhangi bir rol üstlenmeyecek ölçüde kendimi oluşturmak için çaba harcadım. Hiç
sıradan olmayı istemedim. Benzemek isteyeceğim kusursuzlukta bir ‘model insan’ bulmak yerine,
geçmişte ve çağımda yaşayan çok sayıda insanda bulunan kusursuz parçacıklardan bir bütün inşa
etmeye özen gösterdim. Bu parçacıklara ulaşmak, parçacıklardan yeni olası değerler üretmek için,
öğrenme alanımın geniş ve yoğun olmasını sağladım. Asla bir uzmanlık alanının kimliğini
edinmedim. Ne sanatçı ne eğitimci ne eleştirmen ne sosyolog ne psikolog, ne tarihçi, ne de para
vermelerine karşın akademisyen oldum.

Yaşamı, ayrıntıların küçük pencerelerinden izlemeyi, çocukluk yaşlarında reddetmiştim. Evreni
bütünüyle kavramam gerekiyordu. Gereksinim duyduğum enerjiyi insanların “gündelik yaşam”
olarak adlandırdığı ritüelik çabaların ayrıntılarından ‘tasarruf’ ederek sağladım.
Kendimi yeniden yapma gücümün, en azından yakın çevremi yeniden yapma gücümle sınırlı
olduğunu biliyordum.
Çevreme yönelttiğim çabanın altındaki bu bencil istem, hiç görülmedi. Kendimi yapılandırma
yolunda ilerlemeye kararlılığım ölçüsünde, çevremdeki insanları yeniden yapılandırmak için
uğraştım.
Bu uğraşın başlarında, insanı sevmeyi öğrendim. Kendimi var etme projemde böyle bir duygu
arayışı yoktu.
İşte yanlışlık, bu karışımın ürettiği bakteriden türedi. Sevmek, aklın adımlarını engelleyen saldırgan
bir sarmaşığa dönüştü. Onu budamayı artık öğrenmeliyim.
…/…
“Herkesi kullanmak, öte yandan da asla kullanılmamak gibi bir hakka sahip olduklarını düşünenler,
kendi çatışmaları ile yüz yüze gelmekten korkanlar, sorunlardan kaçınma hakkına sahip olduklarını
düşünüyorlar. Başkalarını saldırganca kullanan ve üzerlerine yüklenmesine göz yummaları için
onları yıldıran kişi, dürüst bir alış-veriş üzerinde ısrar edilirse, bunu haksızlık olarak görüp
içerleyecektir. Başkalarının onurunu kırmaya itilen ama bunun yanısıra onların ilgisine de ihtiyaç
duyan kibirli insan, ‘ayrıcalık’ hakkına sahip olduğunu düşünür.” (Karen Horney, Nevroz Anol,
Human Growt).
Tanımlara bakılırsa, yanlış bir ülkeye gelmişim. Bu kadar nevrotik varlığın yaşadığı bir yerde benim
şizofren kişiliğim kendisini nasıl var eder?
Fluch dem Gesetz! Die meisten Mithenschen sind fraurige Folgen einer unterlassen
Freuchtabtreibung
…/…
Yaşama duyduğum sorumluluk, düşünme gücümün biriktirdiği bilgi, mantığımın belirlediği eylem
yönü ve bunlara duyduğum güven, Hint mitolojileri kadar eski ve masalımsı bir anlatı benim için.
Krişna miti gibi.
Oysa duygularımı özlüyorum. Duygularımı bir çekmeceye saklamıştım; onları çıkartmalıyım, eğer
bozulmamışlarsa yeniden yaşamıma sokmalıyım.
Mavi tüy! Neden bu kadar hüzünlüsün? Üzülmen için mantıklı bir neden yok! Elbette duygular da
kullanılamayacak kadar eskiyebilir. Hele uzun zaman tozlu, nemli ve yalnız, bir çekmecede kapalı
kalmışlarsa…
…/…
İnsanların yalnızca küçük gereksinimlerini karşılayan, eski model, artık onarımı ve yedek parçası
olmayan bir ‘makine’ olarak beni algıladıklarının ilk ayırtına vardığımda, zamanın kaçınılmaz yok
ediciliği ile lanetlendiğimi düşünüyordum.
Bu algılanış biçimimi, ne kadar çabuk kabullendim. Ama bir gün:

“Bak hâlâ seni kullanıyorum, seni yenisi ile değiştirmedim. Bana teşekkür borçlusun. Umarım bu
ilginin değerini anlarsın” söylemindeki ‘dost’ sıcaklığı, beni yanılsamalarımın çıplak soğukluğu ile
yüz yüze bıraktı.
Yorgundum. Bozulmadan, sorun çıkarmadan, kullanılabilirliğimin süresini uzatabilmek için
gösterdiğim çaba mı, yoksa kullanılırken, kullananı değiştirip dönüştürebileceğim umudu mu beni
yordu, bilmiyorum. Artık bir eskiciye yok pahasına satılmak istiyorum.
İlk satıldığım eskici, beni hangi türle istifleyeceğini bilememenin sıkıntısıyla “sen ne için üretildin?”
dedi. İlk kez kulaklarımda kendi sesimin yankılandığını bu denli güçlü duyumsadım. Ödevimi itiraf
ettim:
“Türümüzün canlılarını, halinden memnun hayvanlar olmaktan çıkarıp, kurallarını
değiştiremeyeceği (değiştirmeyi umabileceği) dünyanın bilincinde olan, acı çeken Tanrılar haline
getirmek.”
Ses usumda yankılanırken, beni çevreleyen pek çok döküntüyle birlikte aynı hızla sürüklendiğim bir
atıksu kanalının içindeki izlenimlerim tüm varlığımı sarmaya başlamıştı.
…/…
Ödev, ölümün bir provasıymış gibi ağırlaştı. Kendi ölümümün rutinleşmiş provası… Gerçek olaydan
önceki, günlük tekrar.
Bugünün yaşamı, yarının ölümü tarafından sömürgeleştirilmiş. Henüz sonulluk bulaşmışken,
ölümün sevecenliğini, ölümün hilesini çalma girişimi…
…/…
Öğreti, öğretilen içerikten bağımsız hale geldi. Birkaç büyülü pedagoji yöntemi, cahilleri eşi benzeri
olmayan eğitimliler haline getiriyor.
Okur-yazar ‘insan üreticileri’ bütün enerjilerini varlık nedenleri olan ‘şey’ e tapınmayı
güçlendirmeye harcıyorlar. Çıplak akılların statülerini inkâr edip, kendi alacakaranlık dünyalarına
ışık sızmasın diye bütün pencereleri çiviliyorlar.
İkirciklik ve belirsizlik ‘entelektüellerin’ tutundukları tek sağlam direk. Onlar her görüş açısını bilme
ve hiçbirine karşı tutum almama yetisi ile yücelmişler. ‘Merkezi erek’ lerini yitirmeme öğüdünü
verdikleri müritleriyle o direğin etrafında ‘akıl yürütme’ ayinleri yapıyorlar.
…/…
Artık yolculuğa çıkmalıyım. Yeni keşifler ya da yeni deneyimler için değil; amaçsızca kendi
topraklarımdan yavaşça uzaklaşmak için. Yeni var olma ya da var olmama biçimi için yolculuğa
çıkmalıyım. Bedenimin nerede olduğunu bilememekten yorgun düşeceği uzaklıkta olan yerlere…
İnsanların başkalarında aradığı, yolculuktaki gibi, kendi topraklarından uzaklaşmak değil mi?
Gecenin gelmesi ile ışığın odadan çekilmesi gibi, kendi içimden elimi çekmeliyim.
İnsanın kendi hayatı karşısında kayıtsız kalmasının başka bir biçimini denemeliyim. Kendimde,
kendimi sevecek ve kabul edecek gücü bulamıyorum. Öyle ise, ‘kendim’ tanımını değiştirebilecek
ölçüde bir değişim yaşamalıyım.

Bir yolculuğa çıkmalıyım. Kendi kapılarımı çarparak çıkıp gitmeliyim. Bana ait olmayan düşlerin
görüldüğü, projelerin gerçekleştiği, tanımadığım değerler borsasının geçerli olduğu bir yere
gitmeliyim.
Kaybolmuş bir çocuk gibi elimden tutularak ‘evime’ getirecek bir tanıdığın olmayacağı uzaklara
gitmeliyim…
…/…
Denizi arayan adam!
Seninle yalancı gülümsemeler ve ‘anlamsızlık’ ürkekliği ile söylenmiş birkaç tümce ile vedalaşmak
istemiyorum.
Sözcükleri anlamlarının kesinliği içine hapsetmek isteyen, onları bilinçli düşüncenin küçük araçları
olarak görmek isteyen anlakçı felsefenin keskin kokusunun yayıldığı dünyada, küçük baloncuklar
yaratıp söyleştiğimiz anlar oldu. Soluğumuzla büyüttüğümüz balonlar çabucak deliniyor, yeniden
sağırlar korosunun sağırlar orkestrasıyla sürdürdüğü düetin ortasında buluyorduk kendimizi.
Yeniden sadece kendi sesimi duyabildiğim, kendi tepeme tırmanıp rüzgârın tanıklığında ‘kendim’ ile
söyleşiyordum.
“Sözcükler, mahzeni ve tavan arası olan küçük evlerdir.” Mantık giriş katında oturur. ‘Dışarıya
yapılan alışverişlere’ her zaman hazırdır. Başkalarıyla ‘düzayaktır’, ne var ki kapının önünde hiçbir
zaman bir düşçü geçmez. Sözcük evinin merdivenlerini çıkmak, derece derece arınmaktır gündelik
yaşamdan. Sokak satıcılarını çıkarmaktır sevilerimizden. Mahzene inmek, düş kurmak, belirsiz bir
etimolojinin uzak koridorlarında kaybolmak, sözcüklerde bulunmayacak hazinelerin peşine
düşmektir. Çıkmak ve inmek giriş katına oturana hiç aldırmadan, yersel ve göksel alanı birbirine
bağlamak özenli bir örümcek ustalığıyla…
İnsanın kendine yazması, kendisiyle söyleşebilmesi ‘yalnızlık’ için verilebilen en değerli ödül olmalı.
O günlerin söyleşilerinden sana bazı günleri aktaracağım. Kuşkusuz bu eş zamanlı bir paylaşım
olmayacak, ancak geçmişin bize ulaştırdığı her ‘yıkıntı’, kendi geçmişimizden ‘gizemli’ bur soluk
ulaştırır.
Bir yaşam sınırlara doğru ne kadar zorlanırsa o ölçüde özgün, geçke ve vazgeçilmez oluyor. Bu
sınırların zorlandığı zamanlarda çoğunlukla kendimizi ifade etmeyi ‘tehlikeli’ buluruz. Oysa bu
tehlikeyi sevmek, sınırları zorlamanızda yeni enerji kaynakları üretir.
Hiç yaşanmamış, hiç söylenmemiş, hiç yazılmamış gibi yapmayı dilediğimiz hangi çirkinliğimiz bir
tümsek oluşturmadan örtülüp saklanabilir? Yeniden, yaşamın başka uçlarına doğru yolculuk nasıl
başlayabilir?
Güney’den göçün ilk kanat sesleri duyulduğunda, senin ayırtına daha açık vardım. İlerlemek ve
büyümek için kendi ekseni çevresinde bükülen salyangoza benziyordun. O görkemli kabuğundan
artık daha sık çıkıyordun, benim solgun ışıklı gecelerim ürkütmüyordu seni.
Yıkıntının efsanesi sana anlatılmalıydı. Bir gün sığınağını terk etmek zamanı geldiğini anladığında
kendi ördüğü ağın kusursuzluğunda çırpınan başka bir örümceğe anlatmam için.
Zaman böyle kendini bölümlüyor. Dünle bugün arasında, terk edilmiş salyangoz kabukları ve
örümcek ağlarının kalıntıları iz bırakır.
…/…

Yeniden ellerim ısınıyor. Tutkuya doğruldum bu sabah. Tatlı düş ülkesinde unuttum adını, gözlerini,
bedenini… Allak bullak sevdam unutuluşa teslim olmuş dünyasının uzak, belki olabilir bir mutluluğa
açılan hiç penceresi yok. Ülkesinin gölgeler parkında, soğukluğuna sarınarak sabahlayan gece
bekçisi o…
Her yerde olma avantajının sefasını süren, Tanrı değil, ‘Acı’ dır. Ümit etmek, geleceği
yalanlamaktır.
…/…
“Taşıması ne kadar ağır olursa, o kadar memnun olacağım; çünkü bu yük özgürlüğümdür. Daha
dün yeryüzünü rastgele dolaştım. Üzerinde dolaştığım binlerce yol beni hiçbir yere götürmedi,
çünkü onlar başkalarının yollarıydı. Bugün yalnızca bir tek yolum var ve nereye gittiğini
bilmiyorum. Ama o benim yolum.”
(J. P. Sartre’ ın Las Mouches -Sinekler- adlı romanının kahramanı olan mitolojik kimliği ile
Orestes’in sözleri)
…/…
Utançlarımızı tasfiye ettiğimiz ölçüde maskelerimizi atarız. Oyunumuzun bittiği gün gelir: Artık
utanç yoktur, maske yoktur. Seyirci de yoktur. Sırlarımıza, çilelerimizin canlılığına gereğinden fazla
güvenmişiz.
İçimde kendi modelimi aradım. Bu modeli taklit etme konusunda ise kendimi, aldırmazlık
diyalektiğinin ellerine bıraktım. Kendini başaramamak ne büyük şans!
Gözleri içine düşmüş kırık bir kukla gibiyim. Yaşam tiyatrosu da reji ister. İçimde ağzına kadar
bilgiyle dolu kocaman bir boşluk var. Ama onu yeniden düzenleyecek bir usta yönetmen bulacak
gücüm kalmadı.
…/…
“Hiçbir şey eskimez, mutluluk kadar.” (Oscar Wilde)
Anlam güncelliğini sık sık yitirir; anlamsızlık ise hep yerinde durur. Neden gümrüğe tabi
düşüncelerle anlam yolculuğuna çıkarız durmadan… İnsan kendini daha derine gömmek için anlam
yolculuğunda… Birini kendi derinliğinden kurtarmak hiç kolay değil. Keşke bize kulak verenler,
kulak kabartanlardan çok olsaydı. Bizler, sadece aptalların ciddiye alındığı bir dönemde doğduk.
Eğer daha önce görülmez olanın şimdi toplumun gözü önünde ifşa edildiğini hatırlarsak,
görünmezliği önemseyenlerin geri çevrileceğini, kenara itileceğini ya da bir suç işlediğinden şüphe
edilmesini anlayabiliriz. Fiziksel, sosyal ve psikolojik çıplaklık günün gerekleri haline geldi.
Taşınabilir elektronik günah çıkarma kabinleriyle donatılmış gençler, itiraf toplumunda yaşama
sanatında eğitilen çıraklar sadece.
…/…

Etiketler: haber keyword